
Türkiye-Avrupa Birliği (AB)’nin geleceğinin ne olacağını değerlendirmek için Rusya-Ukrayna Savaşı’nın bu ilişkilere yansımasını incelemek elzemdir.
AB-Türkiye ilişkileri başlangıçtan itibaren üç saç ayağı üzerine kuruludur. Bunlardan birincisi uluslararası konjonktür, ikincisi AB’nin kendi iç siyasetinin ilerleyişi ve üçüncüsü ise Türk Siyasal hayatının ne yönde evrildiğidir. Bu süreçler paralel olarak bakıldığında AB-Türkiye ilişkilerini anlamak çok daha önem arz eder. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki bazen birinci bazen ise diğer sac ayakları ilişkilerin belirlenmesinde ön plana çıkabilir.
Bugünkü uluslararası konjonktüre bakıldığında AB’nin Kopenhag kriterlerini ve barış üzerine kurulu temel değerlerini bir kenara koyarak halen savaşta olan bir ülkeyi kendi bünyesine katmak üzere müzakerelere 23 Aralık 2024’de resmen başlaması AB’nin genişleme konusunda uluslararası konjonktürel dinamiği ve bu bağlamda jeopolitik unsurlulara dayalı güvenlik endişelerini ön plana aldığını göstermektedir. Ukrayna dışında Moldova ile de müzakereler başlatılmış ve Avrupa ülkesi olmayan bir ülke olan Gürcistan’a da AB adaylık statüsünün verilmesi de yine genişleme konusunda AB’nin nasıl bir yönelim değiştirdiğinin bir diğer göstergesidir.
AB’nin kendi iç siyasetindeki yönelimlere bakıldığında Brexit süreci sonrasında İngiltere olmadan yoluna devam ettiği görülmektedir. Bunun dışında 2008’den beri Avro krizi ile mücadele eden AB’nin Covid-19 pandemisi ve Ukrayna savaşı sonrası ekonomik olarak daha zor koşulları yaşadığı görülmektedir. AB, 2007 Lizbon Antlaşması’ndan bu yana yeni bir antlaşma imzalamamıştır. Olası bir yeni genişleme dalgası durumunda, kurumsal derinleşme için nasıl bir yol izleneceği de önemli bir tartışma konusudur. Bu çerçevede, AB’nin farklılaşmış entegrasyon modellerinden birini benimseyerek, kurucu ülkelerin merkezde yer aldığı ve genişlemeyle birlikte katılan ülkelerin dış halkalarda farklı hak ve inisiyatiflere sahip olduğu bir modelin geliştirilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Zira AB, tarihsel olarak her genişleme sürecinin ardından politikalarını yeni yapısıyla uyumlaştırmak adına bir antlaşma imzalamışken, uzun süredir bu yönde bir adım atılmamıştır.
Değişen uluslararası konjonktür ve AB’nin genişleme-derinleşme süreçlerinde yakaladığı farklı yönelimleri müteakip son yirmi yıldır müzakere aşamasında olan Türkiye için de farklı bir öngörünün ortaya çıkması muhtemel görünmektedir. Türkiye’nin bilhassa Karadeniz bölgesindeki önemli jeopolitik konumu, Rusya ve Ukrayna ile yürüttüğü dengeli dış ilişkileri, enerji yolları üzerindeki transit ülke konumu ve eski ipek yolu gibi önemli ticari yollar üzerindeki köprü görevi onu değerli kılmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin askeri kapasitesi ve güvenlik bağlamında Avrupa için taşıdığı kritik önem de göz ardı edilemez.
Türkiye’nin tüm potansiyeline ve AB’nin yeniden şekil değiştirme ihtimaline karşın, yine de Türkiye 80 milyonu aşkın nüfusu ve ekonomik gereksinimleri ile AB’nin hazım kapasitesi açısından zorlayıcı bir ülke olduğu söylenilebilir. Fakat AB’nin genişleme stratejisinde güvenlik endişelerinin ve jeopolitik kaygılarının ön plana geçtiği bu konjonktürde Türkiye’nin AB’ye dahil edilmesi fikri kısa vadede güçlenebilir.
AB, ‘iç içe geçmiş halkalar’ şeklinde bir entegrasyon modeline geçerse, farklı üyelik statülerinin (1. sınıf, 2. sınıf, 3. sınıf vb.) ortaya çıkması muhtemeldir. Bu durumda, Türkiye de Ukrayna gibi dış halkada yer alarak politika yapım süreçlerine doğrudan katılmadan, ancak belirli koşullarda vize serbestisi elde eden ve güvenlik alanında iş birliği içinde olduğu bir üyelik modeliyle karşı karşıya kalabilir. Dış politikada daha pro-aktif ve çok-açılı bir dış politika sürdüren ve bölgesinde önemli bir bölgesel güç olma yolunda ilerleyen Türkiye AB ile ancak karşılıklı çıkarların gözetildiği bir ‘kazan-kazan’ senaryosu çerçevesinde böylesi bir üyelik modelini kabul edebilir. Bu bağlamda, Türkiye’ye tanınacak imtiyazlar ve haklar belirleyici bir unsur olacaktır. Türkiye, 1999’dan bu yana AB’ye aday ülke statüsünde olup, 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması ile 60 yılı aşkın süredir AB ile ilişkisini sürdürmektedir. Bu uzun geçmiş nedeniyle Türkiye’nin AB’den beklentileri de oldukça yüksektir. Sınırlı imtiyazların verildiği üçüncü sınıf bir AB üyeliği Türkiye için çok büyük bir avantaj getirmeyecektir.
Eski Sovyetler Birliği ülkelerinden biri olan Polonya, Ocak 2025 de AB dönem başkanı olmuştur. Ukrayna ile toprak sınırı olan Rusya’nın tehdidini yakinen hisseden bir ülke olan Polonya’nın Başbakanı Donald Tusk, Şubat ayındaki bir konuşmasında ” AB, Ukrayna ve bölgenin güvenliği konusunda kendi eylem planını hazırlamazsa küresel aktörler, geleceğimiz hakkında karar verecek” diyerek Trump-Zelenski arasında oval ofiste gerçekleşen gergin görüşme öncesinde yaklaşan tehlike konusunda uyarıda bulunmuştur. Güvenlik kaygılarını öncelikli gündem maddesi olarak ele alan Polonya’nın AB Dönem Başkanlığı sürecinde, AB-Türkiye ilişkilerinde gözlemlenen olumlu atmosferin etkin bir şekilde değerlendirilmesi, Türk dış politikası açısından stratejik bir önem arz etmektedir.
Prof. Dr. Nergiz Özkural Köroğlu